Filistinli mimar ve aktivist Sandi Hilal ile "Mülteci Mirası, Misafir Odası ve Kalıcı Geçicilik" çalışmasını temel alarak, mülteci kamplarının siyasi başarısızlıkların bir sonucu olarak nasıl kurulduğunu ve insanların bu kamplarda nasıl yaşadıklarını inceliyoruz.
Waseem Ahmad Siddiqui: Herkese iyi günler. Ben Waseem Ahmad Siddiqui. Radyomuz 95.0, Açık Radyo'ya hoş geldiniz.
Bugünlerde birçoğumuz dünyanın birçok yerine sıkışmış durumdayken, bu öğleden sonra ben kendimi evimde hissediyorum çünkü bir misafirim var; mimar, sanatçı ve eğitimci Sandi Hilal. Kendisi Wundt Üniversitesi'ndeki Leisa Meitner Profesörlüğü de dahil olmak üzere, sanat ve mimari projeleriyle, halka açık konferansları ve akademik hukuk rolleriyle biliniyor, çalışmalarında yerinden edilme, aidiyet ve misafirperverlik konularına odaklanıyor. Ayrıca toplumsal ve politik meseleleri sahada ele alarak mimarlık ve sanatın rolüne dair eleştirel bir bakış açısını araştırıyor. Hilal, DAAR'ın eş direktörü. DAAR Arapça'da ev anlamına gelen bir kelime ancak aynı zamanda İngilizce “Sömürgecilikten Kurtulma”, “Mimarlık” ve “Sanat Araştırması” kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor.
Alessandro Petti ile birlikte Filistin’de Bayt Sahar ve İsveç'te Stockholm’de araştırmacı olarak çalışıyorlar. Alessandro Petti ile -maalesef kendisi şu anda aramızda değil- mimarlık pratiği ve teorisi üzerine çalışmaları, özellikle de Filistin ve Avrupa'da sömürgecilikten kurtulma konusundaki çabalarından ve angajmanlarından ötürü 2023 yılında Venedik Bienali'nde “Altın Aslan” ödülüne layık görüldüler.
Tekrar merhaba Sandi. Bu dayanışma ve dostlukla radyo programımız Hüsnükabul'de yanımda olduğun için teşekkür ederim.
Sandi Hilal: Sizinle olmak da çok güzel.
W.A.S: Teşekkür ederim. Sandi, şunu belirteyim, programımızın adı olan “Hüsnükabul” kelimesi "sıcak ağırlama, sıcak kabul" anlamına geliyor; Türkiye'deki sığınmacı ve mültecilerin sesini güçlendiren bir kavram. Bugün bu 30 dakikalık Hüsnükabul kaydında politik hayallerimizi konuşmayı amaçlıyorum. Bu podcasti ayrıcalıklı koşullarımızdan kaydediyorken, dünya çapında benzer koşullarda olmayan, savaştan veya iklim felaketinden, neoliberalizm ve sömürgecilikle ilgili politikalardan etkilenen, başka seçeneği olmayan çok sayıda insan da aklımızda.
Sandi, uzun zamandır kalbimde ve aklımdasınız, dört yıldır da çalışmalarınızı çok yakından takip ediyorum. Lütfen siz ve Alessandro Petty'nin “Mülteci Mirası, Misafir Odası ve Kalıcı Geçicilik”(Permanent Temporariness) adlı çalışması hakkında sorular sorarak başlamama izin verin.
Giriş yazınızda, siyasi başarısızlığın paradigmatik bir temsili olarak, mülteci kamplarının bir gün yıkılmak şartıyla kurulduğunu yazıyorsunuz. Bu nedenle kampların bir geçmişi ve geleceği olmaması gerekiyor. Unutulmuş olmaları amaçlanıyor. Bunun hakkında konuşabilir miyiz?Bence bu çok önemli, unutulmuş kelimesini kullandığınızda ne demek istiyorsunuz? Alessandro Petti'nin de bir konuşmasında şunu söylediğini hatırlıyorum; mültecilerin tarihi var mı?
S.H: Öncelikle beni kabul ettiğiniz için ve bu çok ama çok nazik davetiniz için teşekkür ederim. Dostlar arasında konuşmak her zaman çok güzel., Elbette kampların tarihte bir suç olduğuna inanıyoruz. Hatta her şeyden önce, var olmamaları gerektiğini. İnsanlar evlerinden kaçmamalı. Kamplar aslında siyasetin başarısızlığıdır. Fakat şu an bu konuşmanın çok gerisindeyiz.
Sizi biraz, uzun süredir çalıştığımız, Beytüllahim'in güneyinde Dheisheh mülteci kampı olarak adlandırılan kampa götüreyim. Biz Batı Şeria’nın güneyindeki bölgede de çalışıyoruz aynı zamanda. Bu kampa vardığımızda bir şey fark ettik; Dheisheh mülteci kampı yarım kilometre kareden daha az bir alan ama içeride kırk tane kâr amacı gütmeyen kuruluş var. Kırkı da aktif topluluk diyebilirim, devlet dışında oluşan, gerçekten de yaşamı yaratan aktif insanlar bunlar. Oysa devlet düzeninin dışındaki yaşamı tanımayan bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Hatta UNESCO bile... Miras tescili için UNESCO'ya sadece devletler başvurabiliyor. Devletten koptuğunuzda, vatandaş oluncaya kadar, hayatınız geçici olduğu sürece, sanki tarihiniz yokmuş gibi davranılıyor. “Kalıcı geçicilik” (permanent temporariness) ifadesi de buradan geliyor. Geçicilik içinde doğup ölen insanlar var. Filistin mülteciliği 75 yaşında. Bu da sürgünde doğan, sürgünde ölen, geçicilik içinde ölen nesiller olduğu anlamına geliyor; o uzayan geçicilik içinde... Kalıcı geçicilik dediğimiz şey bu.
Sanki mülteci olduğunuz sürece, bir tür dünya düzeni hastalığına sahipsiniz ve siz vatandaş olana kadar size yardım etmeleri, sizi tedavi etmeleri gerekiyormuş gibi davranılıyor. Ancak vatandaş olduğunuzda tarihin bir parçası oluyorsunuz.
İşte, biz durumun böyle olmadığını söylüyoruz. Hatta neredeyse tam tersi! Son elli, altmış yılda mülteci kamplarında üretilen miras ve tarih görmezden gelinemez. Çünkü şu anda yaşadığımız düzene saplanıp kalmış durumdayız. Çok yakından incelememiz gereken bir konu varsa o da düzenin dışında bir hayat kurmayı başaran bu insanlardır. Komşuluk, birbirlerine destek olma, geniş aileler, kendi siyasi yapılarını kurma gibi pratiklerle bunu başarıyorlar.
Örneğin Batı Şeria'daki Filistin mülteci kampına, en azından bizim çalıştığımız sahaya bakarsak, pek çok kampta şiddet oranı o kadar düşük ki... Çünkü insanlar kendi kendilerini, kendi siyasetini yönetiyor, bir şekilde haklarını savunuyor. Oraya vardığımızda ikimiz de, ben ve Alessandro, batı üniversitelerinden mezunduk ve muhteşem doktora derecelerimiz vardı; karşı karşıya olduğumuz şeyi anlayacak hiçbir referansımız yoktu.
Peki bu tür bir sürgünü nasıl anlayabiliriz? Amacım sürgünü romantikleştirmek değil, sürgünün suç olduğunu söylüyoruz. Olmaması gereken bir yerdeki yaşamı romantikleştirmiyoruz. Öte yandan sürgündeki yaşamın değerini, tarihini ve mirasını tanımamak da bir suç çünkü bu insanların hem tarihlerini, köken yerlerini hem de sürgündeki varlıklarını inkar ettiğimiz anlamına gelir. Dolayısıyla asıl başarılması gereken "bu tür bir tarihin, dünya hakkında gelecekteki anlayışımız açısından ne kadar önemli olduğunu anlamak" diye düşünüyorum.
W. A. S: Etkin zaman kavramı da bu konuda devreye giriyor. Ben de bir süredir bunun hakkında düşünmeye çalışıyorum. Zaman kavramını gerçekten nasıl açıklayabiliriz? Çünkü inkâr çok mekânsal bir terimdir -lütfen yanılıyorsam beni düzeltin- çünkü burada zaman da es geçemeyeceğiniz bir şeydir.
Aynı metinde “ihlal” ve “aşağılama” olarak iki kelime kullanmışsınız. Bu iki kelimenin çok güçlü duygu biçimlerine gönderme yaptığını düşünüyorum ve tamamen zamanla ilgili bunlar. Kalıcı geçiciliğe gelince yine iki zıt kelime görebiliyorum. Aslında, kalıcı ve geçiciden, bu iki karşıt kelime arasındaki duygusal gerilimi de hissediyorum; günümüzde mekânsal anlamda daha az somutlaşan bir gerilimi... Bu doğrultuda etkin zaman anlayışı hakkında ne söyleyebiliriz?
S. H: Şu şekilde başlayayım; biz mültecilerin mağdur olmadığını ya da Filistinlilerin başına gelenlerin başlı başına bir adaletsizlik olmadığını iddia etmiyoruz. İçinde bulunduğumuz adaletsizlik durumunun farkında olmamız son derece önemli. Beni Avrupa'daki pek çok solcu arkadaşımdan ayıran şeyse, onların şu anda Filistinlilerin -mağdurların- direnme hakkını tanımamaları. Öyle bir noktadalar ki, 75 yıldır Filistinlileri mağdur olarak görmekten çok memnunlar. Mağdurlar normalde tepki vermez; “hayır, onlar mağdur”dur. Ama onları mağdurlar kutusuna koyduğunuzda ve bir anda bu mağdurların direndiğini gördüğünüzde, artık kendi düzeninizi anlayamaz oluyorsunuz. Haliyle mağdurların eyleme geçmeleri, hareket etmeleri, irade göstermeleri sizi rahatsız ediyor.
O halde oradan başlayalım dedik, mülteci kamplarında çalışırken biz öyle görmedik. Bu bizim için çok açık olan bir şeydi. Sadece mağdurları görmedik, insanları da gördük. Buradan da zaman meselesine gelmek istiyorum; onların 75 yıldır verdikleri mücadele hayatlarını normalleştirmek için değil; öyle değil mi?
Geçen zaman içinde tüm tartışmaların nasıl ilerlediği de düşünülmeli. 1948'de, 49 ve 50'lerde Filistinliler bir şekilde evlerine geri döneceklerine ikna olmuşlardı. Evleri onları çiçekleriyle, zeytin kavanozlarıyla hâlâ bekleyen sıcak yerlerdi. Ağaçları hâlâ onları bekliyordu. İlk yıllarda birçoğu kaçmayı, birkaç günlüğüne geri dönüp gelmeyi başardı. Geri dönüş hakkıyla, fiilen gelecek bir geri dönüş hakkıyla hâlâ çok güçlü bir ilişkileri vardı. Yıllar sonra hâlâ kamptaki hayatları için mücadele ediyorlardı ve hâlâ bunu normalleştiremiyorlardı çünkü evlerine geri dönmek istiyorlardı.
Demek istediğim, en önemlisi zaman çelişkisiydi çünkü onlar bir zamanı yaşıyorlardı. İçinde bulunmak istemedikleri bir mekândaki bir zamanı yaşıyorlardı. Bütün düşünceleri köylerimize, evlerimize ve şehirlerimize nasıl geri döneceğimizdi. Öyle ki 1950'nin ilk yıllarında, 1952'de, hatta üç, dört yıl öncesine kadar hâlâ şunu düşünmekte ısrar ediyorlardı: “Eve dönüyoruz.”
Başlangıçta bütün bu tartışma yaşandı, “çocuklarımızı korumamız gerekiyor, sonsuza kadar çadırda yaşayamayız” diyorlardı. Fakat kavramsal olarak sonsuza kadar bir çadırda yaşamaya karar verdiler. Yani bir bakıma duvar örmeye başladıkları doğru.
Filistinlilerin ne zaman dört duvar inşa ettiklerine ve kamplarda çatı yapmaya karar verdiklerine dair çok ilginç bir literatür var. Birçoğu, çatıların çinkodan olması yani çimento ya da sert bir malzemeden olmaması konusunda ısrar ediyordu. Bu bizim için yerleşmememizin, kendimizi evimizde hissetmememizin bir yolu diyorlardı. Eve dönmenin bir yolu olarak “bu geçici hayatı mümkün olduğu kadar uzun süre nasıl yaşayabiliriz”di fikirleri. Bunu gerçekten de başardılar, bu kamp 48 köyün tarihini taşıyor; kampın mahalleleri Filistin'deki 48 köyün ve şehrin isimleriyle anılıyor. 1948'den önceki Filistin mirasının birçoğunun taşındığını en çok hissedeceğiniz yer orası.
Kalıcı geçiciliğin aslında ne demek olduğuna gelince, ben siyasi mücadele de derim çünkü 75 yıl boyunca üç, dört, beş katlı çimentodan evler yaptılar. Ancak kavramsal olarak geri dönüş haklarını savunmanın bir yolu olarak hâlâ çadırda yaşadılar. Hâlâ geri dönüş hakkının çok önemli olduğuna inanıyorlar.
Zaman meselesi daha da çetrefilli bir hal alıyor böylece. Şu ana kadar siyasi söylem şuydu; kampı geride bırakıp evlerimize geri döneceğiz. Ancak Lübnan'daki Nahri el Bhairid kampı, Cenin kampı, şimdi de Gazze'deki Jabalia kampı yok edildiğinde, insanlar kampa da geri dönmek istemeye başlıyor. Bu da her şeyi çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Tarih ve miras devreye giriyor, çünkü kalıcı geçicilikte olduğu gibi, kampın tarihini silebileceklerini ya da inkar edip 1948’e geri dönebileceğimizi düşünüyorlardı. Oysa bu imkânsız, asla olmayacak. Eğer kampın tarihini tanımazsak geri dönemeyiz çünkü o tarihe ihtiyacımız var. Tanınan bir tarih olabilmesi için bu mirasa da ihtiyacımız var. Bu bizi 1948’in mirasına geri döndürecek köprü olacak.
İddia ettiğimiz şey kalıcı geçiciliğin normalleşmeye karşı siyasi bir mücadele olduğu. Durumu tanımak ve durumun bir direnme yolu olarak sahiplenilmesi. Ben hâlâ direnişte ısrar ediyorum; mülteci kampındaki hayata direnmenin bir yolu olarak, geri dönmek için mülteci kampındaki yaşamın normalleşmesine direnmenin bir yolu olarak direnişte ısrar ediyorum. Artık görev mirası tanımak ve o mirası bir geri dönüş korkusu olarak değil, bir geri dönüş köprüsü olarak anlamaktır. Zaman ve mekanın son derece önemli olduğu bir an bu.
W.A.S: Arapça El-Sumud kelimesini benden daha iyi bilirsiniz, direnmek, orada kalmak, orada durmak anlamına gelir. Biliyorsunuz geri dönmek sizin de söylediğiniz gibi, bir tür tanıma ama aynı zamanda bir tür benzerlik ya da belki unuttuğunuz şeyi görmek istiyorsunuz ya da hatırlamak istiyorsunuz. Geçmişini ya da belki arkanda bıraktıklarını tekrar hatırlamak... Ama “unutmak” o kadar da mümkün değil. Politik alanda bu bir şekilde işe yarıyor. Bahsettiğiniz inkâr, bir şekilde politik alanda işe yarıyor ama politik mücadelenin mümkün olmadığı konusunda tamamen haklısınız. Siz konuşurken ben de bunu düşünmeye çalışıyorum. Şunu da sormak istiyorum; sizin için gerçek bir sömürgecilikten kurtulma anı nedir? Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?
S. H: Öncelikle şunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, 20 yıldan bu yana, mantra yapar gibi aynı şey üzerinde çalışıyoruz. Sanki bazı insanlar şunu söylüyorlar: “20 yıldır aynı yolda ısrar etmek!”. Bunu yaparak bize aslında şunu soruyorlar; "peki sömürgecilikten kurtulmayı nasıl tanımlayacaksınız? Dekolonizasyon nedir?"
Her şeyden önce, sömürgecilikten kurtulmayı düşünmenin evrensel bir yolu olmadığını söyleyerek başlamalıyım. Modernlik her birimizi evrensel bir set olduğuna inandırarak bizi sömürgeleştiriyor. Hâlâ batı kültürü ve bilgisi tarafından sömürgeleştirilmemiz bu yüzden.
Sömürgecilikten kurtulmayı düşünmek demek; tek bir çözüm olmadığını ve sömürgecilikten kurtulmanın da tek bir yolunun olmadığını düşünmek demek. Alessandro'yla çalıştım, o benim eşim, birlikte son derece verimli ve muhteşem bir şekilde çalışıyoruz. Her zaman birlikte düşünmeyi, birlikte yaşamayı, hatta bu dekolonizasyon/sömürgecilikten kurtulma içindeki hayatı birlikte tecrübe etmeyi başarıyoruz.Yine de dekolonizasyona aynı yollardan gelerek ulaşmıyoruz ve bu sömürgecilikten kurtulma anlarını bile benzer şekilde yaşamıyoruz.
Kişinin kocasıyla; sadece kocasıyla da değil, iş ortağıyla ve kesinlikle entelektüel ortağıyla birlikte olması halinde bile, sömürgecilikten kurtulma yolumuz aynı değil. O zaman sömürgecilikten kurtulmanın birlikte öğretilebileceğini veya düşünülebileceğini nasıl söyleyebiliriz?
Sömürgecilikten kurtulmak kolektif bir süreçtir. Büyük olasılıkla. Yalnız olmak, bunu tek başına yapmak zor ve bunun tek bir evrensel cevabı olamaz. Kolektivite içinde bireysel olarak giriştiğimiz kolektif bir düşünme sürecidir. Dolayısıyla bana, sömürgecilikten kurtulma anları nedir diye sorabilirsiniz.
Filistin'de sömürgecilikten kurtuluş çok açık. Askeri sömürgeci bir güç yapılanması var ve bunu sökmeniz yeterli. Bu anlamda kolektif bir direniş var. Filistin'deki fiziksel sömürge varlığına karşı kolektif bir mücadele. Yetersiz kaldığımız ise zihnin sömürgecilikten kurtulma anlarıdır; fiziksel sömürgecilikten kurtulma değil. Kendinizi özgürleştirmeye başladığınız an, kendinizi tanıyacağınız an.
Kampta, bedenlerimiz tamamen sınırlarla, İsrail varlığıyla, yerleşimciler ve pek çok şey tarafından kontrol ediliyordu. Yine de bir şekilde anlamak konusunda çok geride olduğumuzu düşünüyorum. Eğer bedenlerimizi işgal ediyorlarsa, zihnimizi özgürleştirmeye başlayabilir miyiz? Bu onların kontrol edemeyecekleri bir şey. Bir kez yaptığınızda bunun mümkün olduğunu anlayacağınız bir şeydir. Bunun mümkün olduğunu anladığınız an gerçekten inanılmazdır. Ben sanırım her anladığımda bir çerçeveyi kırıyorum.
Bu yüzden modernite ile sömürgeciliğin birbirine çok bağlı olduğuna gerçekten inanıyorum. Bu pek çok insanın kabul etmekte zorlandığı bir konu, sömürgeciler başka yerlere gelip burayı sömürgeleştirdiğinde bunu kabullenmekte zorlanıyorlar. “Topraklarınızı çalmaya geldik” demediler. Bize çağdaşlık ve medeniyet vaadettiler.
Şu ana kadar Filistin'de yaşananlara bakın, bunu nasıl tanımlıyorlar; “barbarlarla medeniyet arasındaki savaş.” Nerede durursak duralım, ne yaparsak yapalım, eğer uygarsan bizim yanımızda yer alırsın. Modernite ile sömürgeleştirme arasındaki bağın en yakın olduğu an bu. İsrail başbakanı gibi biri hâlâ bunları vaadediyor; medeniyet kartını taşıdığına inanıyor. Biz, okullarda ve üniversitelerde olduğumuz sürece uygarız. Öyle olmasa bile, fiziki sömürgeleştirme sürecinin içinde olmasak bile, kendini her şeyin dışında tutmayı başaran birkaç kişi dışında hepimizin zihinsel olarak sömürgeleştirildiğini düşünüyorum.
Bunlar başlangıçta daha görünmezken şimdi her seferinde zihnim harekete geçiyor, sömürgecilikten kurtulma anının yaklaştığını hissediyorum; zihnim çerçeveden rahatsız oluyor, sunulan çerçeveyi reddediyor. Gerçekten hissediyorum. Ne demek istediğimi anlamanız için size hemen bir örnek vereyim; çoğu zaman benim gibi, 'farklı ırklardan bir kadın' olarak kabul gören, Filistin'den gelen gibi çerçevelere oldukça uygun düşünüyorum. Pek çok çerçeveye, pek çok "renge" yakışıyorum. Yani çoğu zaman şöyle bir retoriğin var olduğunu hissediyorum: “Biz sizin sesinizi de dahil etmek istiyoruz”, “sesinizi dahil etmek istiyoruz”, “sesinizi dahil etmek istiyoruz” ve ben aslında bunu çok şiddetle reddediyorum.
Bunu uzun zamandır yaşıyorum ama şimdi daha çok anlıyorum. Duruma göre değişiyor ama nasıl? Bu kolektif bir araya gelme mi, yoksa dahil mi oluyorum? Benim gibi insanları da dahil etmeleri gerekiyor sonuçta ve ben hayatta kalmaya devam etmek için hâlâ bu çerçevede besleniyorum. İşte sömürgecilikten kurtulma anı benim için, “bir dakika bekle, beni dahil etmiyorsun” dediğim an. Neden o dahil olma anını belirlemeye hakkınız olduğunu düşünüyorsunuz? Madem biri sizi dahil ediyor, esas siz dahil olmaya ve dahil edilmeye hazır mısınız? O zaman ben de yanınızdayım. Ama eğer farklı renkleri dahil etme hakkına sahip olan tek kişinin siz olduğunuzu düşünüyorsanız, o zaman benim sömürgecilikten kurtulma mücadelem aslında sizin çerçevenizi yok etmek oluyor. Bu anları her yaşadığımda bunu daha iyi anlıyorum.Neden bu şekilde mücadele ettiğimi, neden bu şekilde direndiğimi başkalarının anlamasını sağlıyorum. Bunların hepsi benim için sömürgecilikten kurtulduğum, çok önemli anlar.
W. A. S: Bence asıl önemli olan kişinin kendisiyle yüzleşmesi. Unutmak ve unutulmuş kelimelerinden başlarken bunu kast ediyordum, unutmadığımız bir şey var ve bu aşağılanmaya karşı direnmeye çalışıyoruz, unutmadığımız bir şey. Sömürgecilikten kurtulma da burada devreye giriyor çünkü onunla yüzleşmek istiyorsunuz. Bazı açılardan çok ilkel görünüyor. Çok geri kalmış gibi görünüyor. Sizi gerçekten rahatsız eden bir şeye direnmeye başladığınızda, ilkel olarak görülüyorsunuz. İsrail’in beyaz üstünlükçülüğünün şu anda yaptığı da tam olarak bu. Şu konuda ne düşünürdünüz? Hayatımızdaki çok önemli figürlerden biri olan Edward Said zaten çok şey yazdı -ben bunu romantikleştirmiyorum- ama “oryantalizm” fikri hâlâ vücut bulan bir şey. Sanırım hâlâ bununla karşı karşıyayız.
Bu arada çok az zamanımız var ama bir soru daha sormak istiyorum. Evde olmak ne demek ve alternatiflerle yan yana yaşarken hangi dayanışma ve uyum biçimlerini mümkün kılabilir evde olmak? Egemenliğin gölgesinde mi yaşamamız gerekiyor, onu aşabilir miyiz, yoksa bu belirsizliğin içinde mi sıkışıp kaldık? Ne düşünürsünüz? Evde olmak ne anlama geliyor?
S. H: Çoğumuzun yaşadığı ve birbirimizin acılarını tanıdığımız, birbirimizin direncini de fark ettiğimiz, her zamankinden daha fazla hissettiğimiz aşağılanmaya ve bunun doğurtduğu öfke anına götürmek istiyorum. İtalya'ya -hayatımın çok erken dönemlerinde- gittiğimde, İtalyan kamusal alanına dahil olma konusunda biraz gergindim. Trende Güney Afrikalı genç bir adamla tanıştığımı hala hatırlıyorum. Konuşmaya başlayınca kendimi gayet evimdeymiş gibi hissettim. O kişiyi tanımıyordum. Yarım saat konuştuk. Ama hissettim. Ve daha sonra, on yıl sonra, o kişiye karşı neden böyle hissettiğimi fark ettim. Çünkü konuşmaya başladık ve fazla bir şey söylememize gerek kalmadı. Biz, hemen, o kişiyle, o trende evde olduğumuzu hissettik. Çünkü birbirimizin acılarını ve belki de aşağılanma anlarını hissettiğimizi düşündük. Ama aynı zamanda da -en güçlü tarafı şuydu- ilk intifadadan dönüyordum. O kişi için de bu, Güney Afrika'nın apartheid'den çıktığı bir andı ve sanırım bu, evindeymiş gibi hissettirdi. İtalya'da evimde değildim ama o yarım saat boyunca kendimi evimdeymiş gibi hissettim. Bu yüzden bu anı hep taşıdım ve bunun hakkında çok düşündüm. Bence dayanışma evi o andır. Bazen onu güçlü bir şekilde yaşamanız bile gerekmez ama o acıyı hissetmeniz gerekir. Eğer o acıyı hissetmezseniz, anlamazsanız. Anlıyormuş gibi davranırsanız evde hissetmenin ne kadar mümkün olduğunu bilmiyorum.
Az önce konuşmama kendimi evimde gibi hissettirmeyen birçok arkadaşımdan beni ayıran şeyin, direnişimin görülmediğini hissettiğim anlar olduğunu, beni sadece mağdur olabilecek, bu mağduru savunacakları bir kutuya koymaları olduğunu söyleyerek başladım. Sanırım benim acımı ve direncimi anlayan insanları ben de anlıyorum. Onlar giderek daha da artıyor ve öyle görünüyor ki bu içinde yaşadığımız çok karanlık zamanlara dair iyimser bir not düşüyor.
W.A.S: Sandi Hilal, katıldığınız için çok teşekkür ederim. Bitiriyoruz. Sizi yakında görmeyi umuyorum. Belki İstanbul’da…
S. H: Ya da belki Filistin'de!
W.A.S: Kesinlikle. Her zaman… Sarılıyorum.
S. H: Evet ben de, kendinize iyi bakın.